Preödipal regresyon ve fiksasyon bağlamında
Sadomazoşizm’e Yeniden Bakış
Dr. Senai Demirci
Bu makalede, preödipal regresyonu ve/ya fiksasyonu, danışanın kendini henüz “ayrımlaşamadığı” bir kök-kimlik olarak yaşadığı, kendini mutlak iyi gördüğü preödipal dönemin yeniden yaşanması, bu kök-sahnenin tekrarlanması olarak anlatmak istiyorum.
Öncelikle preödipal dönemin, basitçe bebeğin “ben-sen” ikili ilişki eksenindeki evrelerini Kernberg’in Nesne İlişkileri kuramıyla gözden geçirelim.
Kernberg’e göre nesne ilişkileri gelişimi, en geniş anlamıyla, “ben ve öteki”nin ayrışmadığı, ilksel kök-benlik[1] halinden başlar, sonra duygusal odaklı bir “ben/öteki ayırımı”na (yani, “iyi ben-kötü öteki”) evresine geçer, en sonunda iyiyi ve kötüyü de buluşturarak, mezcederek, harmanlayarak, ambivalant sancıları dindiren “bütüncül nesne” tasarımına (aynı zamanda bütüncül kendilik tasarımına (self representation) ulaşır.
Bebek, yaşamanın ilk ayında, ayrışmamış bir ‘kendilik/self’e sahiptir. Bunun ardından “ilksel, ayrışmamış kendilik-öteki tasarımı” gelir; bu dönem 2. aydan- 6. ya da 8. aya kadar sürer. Bu evrede, bebek kendini, tam anlamıyla “iyi”ye eşitler; “iyi” demek “ben” demektir; henüz “ben/öteki” arasında bir ayırımı gerektirecek bir farkındalık yoktur. “İyi ben” varlığını tümüyle kaplamıştır; “kötü” ise var olmayandır, “ben-olmayan”dır. “Öteki”ni henüz tanımaz.[2] Orada “iyi ben”in bittiği yerde “bir şey” var, o kötü ama henüz “öteki” diye tanımlanmaya değmiyor; şimdilik sadece “ben-değil” diye deneyimlenir. Ötekinin varlığı sadece karanlık bir sınır ötesidir. Bu evrede “iyi ben” tasarımı libidoyu besler, “ben-olmayan” “kötü” “şey” ise agresyonu/öfkeyi büyütür. Agresyon ile libidonun birlikte beslenmesi cinsel arzunun saldırganlıkla açığa çıktığı sadomazoşizmin çekirdeği olarak görülebilir. Bebeğin sınır ötesine geçişleri, askerî tabirle “sınır-ötesi harekât” sadece saldırma, yok etme, tehditi bertaraf etme odaklıdır. “İyi-ben”e göre, henüz tanımlayamadığı/tanımadığı “öteki”nden sadece kötülük gelir, orası, karanlık bir şer kaynağıdır.
Üçüncü evre, ise 18. aydan 36. aya (3. yılın sonu) kadar sürer. “Kendilik/self” ayrışır, “öteki-nesne” tanınır, adı konulur. Bu evrede, çocuk, “ben/öteki” arasındaki sınırı görür ancak “iyi” ve “kötü” birbirleriyle buluşmazlar, birbirlerine karışmazlar. “İyi-ben”in karşısında “kötü-nesne” vardır. Bu evrede iyi ve kötü karşı kamplarda kalmalıdırlar; yoksa çocuk anksiyetesini çözemez, bıçak sırtı konumunda kalır.[3]
Dördüncü evrede ise “ben/self tasarımı ve “öteki tasarımı” bütünleşir, entegre olur; Kernberg’in (1976 tarihli makalesine göre) “daha yüksek intrapsişik nesne ilişkilerine dayalı yapılar” kurulur. Bu evre 3. yılın ikinci yarısında başlar ve ödipal dönem boyunca (preödipal değil”) sürer. Bu dönemde iyi ve kötü kendilik tasarımları birbiriyle bütünleşir.[4] “Total nesne tasarımı” tamamlanır. Bir diğer ifadeyle, çocuk “iyi” ve “kötü”yü buluşturduğu, cem ettiği, harmanladığı “ben ve öteki tasarımları oluşturur; böylece “nesne tutarlılığı”na kavuşur. “Nesne, ben, ideal nesne, ideal ben” diye bildiğimiz “dört birimli bir sistem” kurar. Freudien âlemde, “id, ego, süperego” birleşir, bütünleşir. “Kişilik” tamamlanma yoluna girer. [5]
Bu son evrede süperego ve ego bütünleşmesinin kıvamlanması/consolidation ile karakterizedir; süperego ve ego, kötünün de “bende ve beride” olması olasılığı, iyinin “ötekinde ve nesnede” de olabilmesi olasılığı ile daha ahenkli bir etkileşime girer.
Kernberg’in gelişim modelinde, patolojiler, dördüncü evreden önceki evrelerden birindeki duraklamalardan kaynaklanır.[6] “Ben” ve “nesne” bütünlemeşmesini sağlayamamış bir “çocuk” içinde “ya hep ya hiç” diye, sarıp kaçan, kaçıp saran borderline bir kişilik örüntüsü büyütür.[7] Üçüncü evrede, “ben” ve “nesne” bölünmüş/split olarak durur; karşı kamplardadır; “ben”in tam iyi olması için “nesne”nin tümüyle kötü/lenmesi gerekir.
Kernberg’in gelişim kuramına göre kendini mutlak iyi, ötekini hepten kötü gören bir erkek, Marquis de Sade’nin erotik romanı Justine’deki şu fantaziyi baş tacı yapar:
“Nasıl da zevklidir hayal kurmak. Bu eşsiz anlarda, tüm dünya bizimdir; hiçbir yaratık bize karşı koyamaz, dünyayı tümüyle işgal ederiz, içine sevdiğimiz şeyleri koyar, sevmediklerimizi ya da artık sevmediklerimizi dilediğimiz zaman öldürürüz. Her suçu işleme olanağımız vardır, hepsini de ustaca tamamlarız, yeryüzünde dehşeti yüzlerce defa katlarız.”
Ondokuzuncu yüzyıl psikiyatristlerinden Richard von Krafft-Ebing, başkalarına acı vererek zevk alma fantezisini Sade’nin adıyla tanımlayarak “Sadizm” demeyi tercih etmiştir. Sadizm dediğimiz eğilim, bir başka ifadeyle, Sade’nin fantazisine taraftar olmak, “Sadist”/“Sadeci” olmak demektir.
Krafft-Ebing, çok geçmeden, Leopold von Sacher-Masoch’un Kürklü Venüs (1870) kitabındaki şu ifadeleri de dikkat çekici bulur:
“Erkek, arzulayandır; kadın arzulanandır. Arzulanan olmak kadının en önemli avantajıdır ve kesin sonuç alır. Erkek, karşı konulmaz arzuları yüzünden, kadının ellerine bırakılmıştır. Erkeği kendine eksiksiz itaat ettirmesini, kendine köle etmesini, kendi oyuncağı yapmasını bilmeyen ve küçük sıcak bir tebessümle erkeği avlamasını bilmeyen kadın aptaldır.”
Her ne pahasına olursa olsun, erkeği kendine ram etme süreci, böylece Masoch’a atfen, “Masochism” olarak adlandırılır.
Ondokuzuncu yüzyılda isimlendirilen bu iki eğilim, daha çok cinsel alanda somutlaşır. Çoğu kez erkeklerin “acı veren”, kadınların ise “acıyı alan” olduğu cinsel ilişkiler mercek altına alınır. Ana akım böyle olsa da, acı verenin kadın, acıyı kabul edenin erkek olduğu durumların varlığına hazır olmalıyız.
Daha geniş anlamda konuşursak, mutlak “iyi” ve “tüm-güçlü” ve “iyi” kendilik, kötü nesneyle temasını acı vermek, saldırmak üzerine kurmaya eğilimlidir. Kohut’un kuramında, Kernberg’in “kök-kendilik”/ “stem-self” halinde tarif ettiği bebek, “birincil narsisizm” ya da “otoerotizm” evresini yaşar. “İyi ben”in ibidoya yüklediği enerj, mutlak kötü “öteki”ne saldırganlık, acı vermek üzere potansiyelden kinetiğe doğru açığa çıkmaya başlar. İlksel saldırganlık dürtüsü, Alice Miller’in “Beden asla unutmaz” tezini de doğrulayarak, yetişkin hayatta, rafine edilmiş ve süperego’nun kabul göreceği bir filtreleme ile uygulanır.
Kadim seks bilgelik kaynağı Kama Sutra da, “böğürtüler ve çığlıklar” diye bir bölüm içerir. “Cinsel ilişki bir boğuşma ya da savaşım olarak hayal edilebilir… Kaba saldırganlık gösterisi, başarılı bir cinsel ilişkinin olmazsa olmazıdır” yazar.
Freud, Three Papers on Sexual Theory’de (1905), sadizm ve masoşizmi, aynı kişide, iç içe gözlemlediğini kaydeder. Sadizmi, erkek cinsel dürtüsünün agresif bileşenine bağlar; masoşizmi içe dönük bir saldırganlık olarak görür. Mazoşizmi de bir tür sadizm olarak görür; masoşizmde saldırganlığın kişinin kendisine yönelik olduğunu belirtir. Başka türlü söylersek, sadizm, tümsek/dışa dönük/konveks bir saldırganlıktır; mazoşizm ise çukur/içe dönük/konkav bir saldırganlıktır.
Lacan, Deleuse, Russo gibi filozofların da katıldığı ve katkıda bulunduğu sadomasoşizm kavramının en anlaşılabilir açıklaması, erkeğin, acıyı kabullenen mazoşist kadınının çektiği acıda güç, otorite ve kontrol duygularından gelen zevki deneyimliyor olmasıdır. Bir bakıma, bu Kernberg’in “mutlak iyi” evresine, Kohut’un “büyüklenmeci benlik” barındıran “birincil narsisizm” evresine regrese ve/ya fikse olmakla örtüşür.
Sadist, cinsel çekim gücüyle kendini köle etmeye hedeflediğini gördüğü cinsellik nesnesini bilinçli ya da bilinçsizce cezalandırma arzusunu da barındırıyor olabilir. Kendisini nesneleştiren, köleleştiren kadınsı çekim gücünü, özerkliğini tehdit eden bir saldırı olarak görür ya da sadece kadının “gösterip vermeme” durumunda yaşattığı hayal kırıklığının ya da kıskançlığın bedelini ona ödetiyor olabilir.
Sadizm, aynı zamanda, cinselliği duygusal bileşenlerinden soyutlama stratejisi olarak da işe yarıyor olabilir. İçinde duygusal bağlanma ve romantik derinlik olan seks, “karşı-taraf”ı özneleştirme riski taşır.[8] Özne-dişi, büyüleyiciliğini, çekiciliğini sürdürür ve özne-erkeği nesneleştirebilir. Öyleyse, bağdaşmanın olabildiğince az olduğu, hatta saldırıyla yok edildiği, bir tür itişmeye[9] çevrildiği sadomazoşistik eylemde, partnerler birbirlerini karşılıklı olarak oyuncağa dönüştürür. Her biri oynayan özne olarak görür kendini. Böylece hem “alan memnun veren memnun” pazarı kurulu; narsisistik çekirdekle yaşayan erkek, olası terk edilme acısından kendini kurtarır.
Sadizmi, bir tür “günah keçisi” olarak da görmek mümkündür. Bireyin kendi içinde var olan kötülüğe ve günaha tahammül edemeyip taşıdığı kötülüğü bir başka nesne üzerine yüklemesi, yer değiştirme/displacement savunma yöntemidir. [10]
Sürece mazoşist dişinin acısından baktığımızda, dişi, mutlak teslimiyet ve çaresizlik rolünü benimsediği için sorumluluk ve suçluluk duygusunu üzerinden atar. Çocukluk döneminde, ebeveyninden bakım alma nedeni olan incinebilirliğini ve bağımlılığını yetişkinlik sahnesinde yeniden yaşar. Aynı zamanda, mazoşist, sadistinin istediği her şeyi yapmasına izin vererek, sadisti, “kendisinin istediği her şeyi yapan” bir emir kulu olmasını sağlar. Mağduriyet yoluyla, kuran rolüyle, kendisinin acı çektiği ama kendi tercihi olan iktidarını sürdürür.
Ağrı ve acının cinsel ilişkiyi başlatan endorfinleri ve diğer hormonları salgılatan bir tetikçi olduğu dikkate alınırsa, sadistik yaralanmaları, ilişkinin bir hatırası, bir adanmışlık mührü, partnerlerin birbirlerinin sınırlarını yoklama denemesi olarak okuyabilir; derinde yatan psikolojik çekirdek ihtiyaçlara form ve ifade etme imkânı verdiğini görür, sadomazoşizmin estetik bir güven ve eşsiz bir yakınlık duygusu inşa ettiği sonucuna ulaşabiliriz.
Sonuç olarak, içinde acı vermenin ve acı çekmenin olduğu sadomazoşist sahne, yaşamın kendini tekrarlama zorlantısının sonuçlarından biridir. Preödipal regresyon veya fiksasyon, danışanın kendini henüz “ayrımlaşamadığı” bir kök-kimlik olarak yaşadığı, kendini mutlak iyi gördüğü preödipal dönemi danışana yeniden yaşatır. Alışılmış cehennemden bir cennet kurmasını sağlar.
[1] “Kök-benlik” “kök-kendilik” tabirleri bana aittir. Bu tabirleri henüz her türlü hücreye dönüşebilir halde olan, ihtisaslaşmamış, görev tanımı yapılmamış “kök hücre”/“stem-cell” ifadesine analoji yaparak teklif ediyorum. “Ben-öteki”nin ayrışmadığı yerdeki “ben”i isimsiz bir karışım, her yöne evrilebilecek “sos” gibi tasavvur edebiliriz.
[2] Bu evre Türkiye’nin Kuzey Irak’ta kurulan özerk “Kürdistan”ı tanımamasına rağmen, kendi sınırlarını görmesini hatırlatıyor. Resmi dilde buraya “Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi” denir. “Sınır-ötesi harekâtler ise bir tehdidi yok etmeye yöneliktir. “Güney Kıbrıs Rum Kesimi” ifadesi de böyle bir tanımama ama varlığını kabul etme halidir. Avrupa Birliği’nin karşı ifadesinde de Güney Kıbrıs, “Kıbrıs Cumhuriyeti”dir; bütün adayı kapsar; Kuzey Kıbrıs ise “işgal altında”dır; orada bir “devlet” yani “kimlik” yoktur. Aslında resmi devletlerin, “terör örgütü” olarak tanımladıkları yapılarla ilişkisi, bu evreyi açıklar. Terör örgütünün temsil ettiği etnik kimlik ve ortaya koyduğu inkâr edilmez boyutta ve açıktır. Ne var ki “resmî devlet” “terör örgütü”nün erkini, yönetimini tanımaz. Ancak derin devlet olarak, yani bilinçaltı/resmiyet-ardı yollarla “terör örgütü”yle, yani “kötü öteki”yle temas kurar. Etksini hisseder ama adını koymaz. Hastalıtktan canı yanar ama teşhisi resmileştirmez. Kanser değil”miş gibi” yaşar.
[3] Şeytan-Âdem kıssasında, “Şeytan ve İblis” aynı kişidir; şeytanlık ve iblislik bu kişinin uç durumlarını temsil eder. Şeytan ise “senin yüzünden” diyerek “kötü-öteki” icat ederek, kendisini “mutlak iyi” yapar. İblis, ise kendini tümüyle kötü görür; umut keser. Şeytan, kendi gerçekliğinden “uzaklaşır.” İblis, kendisinden “umut keser.” Âdemoğlu olmak ise, kötüyü kendiliğine katabilen, iyiyi ötekine de dağıtabilen bir olgunlaşmayı gerektirir. Meraklasını not diye paylaştığım bu detayda, “şeytan” kelimesinin “uzaklaşma” kök anlamı, “iblis” kelimesinin ise “umut kesme” kök anlamı taşdığını hatırlatıyorum. Preödipal dönem çatışmalarını çözmüş bir insan, kendiliğine kötü parçaları da dahil edebilir, ötekine de iyi parçalar koyabilir. “Ben ve öteki”nin beyaz ve siyah değil, gri olduğu bir hal insan için daha sürdürülebilir ve gerçekçi bir pozisyondur.
[4] Hızır ile Musa kıssasını yorumlayan Jung’a göre, Hazreti Musa’nın bilgeliği “Hızır” üzerinden keşfetmesi için bir ömür varmayı planladığı ‘iki denizin birleştiği yer’ “iyi-ben” ile “kötü-ben”in birbirlerine salındığı fakat birbirlerine katışmadığı bu evreyle örtüşüyor. İki kuram arasındaki bu örtüşme yorumu bana aittir. Denizler birbirine karışır; Musa, “öteki”ni temsil eden Hızır ile sancılı/çelişkili/ağrılı/ambivalans dolu bir yolculuğa çıkar. Artık, yaşamak bir anksiyetedir. İnsan nörozla beraber yoldadır. Yağmur dinmesini beklemek yerine, yağmurda dans etmeyi öğrenecektir. Sakin kumlardan dalgalı denize doğru yolculuğunu başlatmıştır.
[5] “Ne kendini apak gören şeytan ne kendini kapkara gören iblis illa ki gri Âdem” pozisyonuna erişim böylece tamamlanır.
[6] Kurbağaya âşık olan fare, kurbağayı iple kendisine bağlanmaya ikna eder. Ne var ki, bu ip çözülmeyince, fareyi avlayan şahin kurbağayı da suyun altında olduğu halde avlar. “Ben-Sen” ilişki cephelerinin hükmettiği preödipal dönemdeki çözümsüz çatışmalar, “ben-sen-o” ilişkisinin başladığı ödipal dönemde iyice karmaşıklaşır; çözümsüz hale gelir. Fare ve Kurbağa hikâyesi Mesnevi’de geçer, Mevlana’ya aittir.
[7] Borderline kişiliklerin önce sarıp sonra kaçmaları, kaçtıktan sonra da yeniden sarması, uçlara gidip gelen “sarkaç”ı da andırdığı için, Türkçenin izin verdiği bir kelime oyunuyla bu duruma, anlamak ve anımsamak adına “SarKaç” demeyi yeğliyorum.
[8]Porno film yapımcıları ruhsal yakınlığı ve duygusal paylaşımı göstermemek için porno oyuncularının dudak dudağa öpüşmelerine izin vermez; duygusal yakınlığı çağrıştıracak görüntüleri bilinçli olarak sansürler. Sadomazoşizmin derininde saklı, seksi bir iktidar aracı olarak kullanma yaklaşımı, porno seyircisinin gizli talebiyle örtüşür. Porno seyircisine, porno bir iktidar keyfi sunar. Kimselerin görmediğini görme, kendisi giyinik iken başkalarının soyunuk haline tanık olma ayrıcalığıdır bu. Bu iktidar algısı, özdeşleştiği kadının bir erkekle duygusal birliktelik içinde görünmesiyle tehdit edilir. Porno içeriğinde, seks, penisin vajinaya girip çıkmasına indirgenince, vurgu iktidar vurgusu olur, giren ve girilen, yenen ve yenilen, delen ve delinen, acıtabilen ve acıyabilen organlara kalır sahne. Oysa, duygusal ve ruhsal eksenlerde seks bir refakat ve yoldaşlıktır, eşitliktir. Bu anlamda vajina ve penis, ruha, yani “özne-insan”a ve ruha dudaklardan daha uzak durur.
[9] Cinselliğin içerdiği fiziksel ve duygusal “bağdaşma” işlevini “itişme” olarak tanımlamama izin verin ki, sadomazoşizmin Türk kültüründe, saf cinsellik dışında sürgelen konvansiyonel, standart ve kabul gören gizli bir uygulama olarak görecek bakış açımız olsun. “Kocanın vurduğu yerde gül biter!” deyimini ve cinsel ilişkide erkek özneliğini, dişi edilgenliğini vurgulayan ve iktidar vurgulu, saldırganlık soslu temel sövgü şekli “ananı/karını s.kerim.” tehditini hatırlayalım. Buradan hareketle modern Hıristiyanlıklta öne çıkan cinsellik ve kutsallık karşıtlığını, müslüman toplumlarda kadının kimliğine ve doğurganlık fonksiyonu menstrüasyona yönelik aşağılayıcı yaklaşımlarında benimsendiğini görmeye başlayabiliriz.
[10] Yahudi geleneğinde köklü bir yeri olan günah keçisi uygulamasında, Tanrı Musa’ya ve Harun’a her yıl iki keçi kurban etmesini emreder. Birinci keçi boğazlanır ve kanı kutsal yalağa akıtılır. Yüce Haham, elini diğer keçinin alnına koyar ve halkın günahlarını bir bir sayar. Bu keçi öldürülmek yerine, üzerindeki günah yüküyle çöle salınır, ölüme terk edilir. Böylece, çocuğun preödipal dönemde “ben”ine dâhil etmediği kötülük, “öteki”ne, “günah keçisi”ne yüklenir. Keçi de kendi kendine uzaklaşır. Günahlarından kurtulmak, kötü yanını kendinden uzaklaştırmak, bir keçinin başını alıp çöle gitmesiyle, insanın kendi inisiyatifi olmadan gerçekleştiği için, insan “iyi-ben”ini kötü-beniyle yüzleşmeden korumayı başarır. Çoğu kilisenin merkezinde duran “çarmıha gerilmiş İsa” tam da bu amaca hizmet eder. Kendine acı çektiren de kendisi acı veren de kefaret mekanizmasıyla, “kötü”yü kendinden uzaklaştırır, şerri içinden kovar.